11 Ocak 2017 Çarşamba

Kitap İnceleme: BEŞ ŞEHİR / A.H. TANPINAR / ANKARA




Tanpınar’a göre Ankara, Orta Anadolu’nun bir iç kalesidir. Etiler, Frigyalılar, Lidyalılar, Roma ve Bizans ile Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden beri böyledir ve halen muharip bir ruh taşır. Mustafa Kemal'in Kocatepedeki meşhur fotoğrafının tahayyülü ile Ankara Kalesinin görüntüsü yazarın zihninde birleşir. Kaleiçi, Cebeci ve eski Ankara mahallelerinin fakirliğinden dem vurur ve bu fakirliği sıtmaya benzetir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, bu eski yapının yanı sıra hızla şantiyeleşen bir Ankara görünümüne rastlıyoruz. Üslup olarak karmakarışık bir imarlaşma içerisinde hayat bulmaya çalışan Türk mimarisi…

Türk velilerinin mezarları ile Roma-Bizans döneminin sütun ve taşları yan yana durmaktadır. Geçmiş ile bugünün mimarisi, şaşırtıcı şekilde birliktedir. İmparator Augustus mabedinin kalıntıları etrafına Hacı Bayram-ı Veli Cami’nin kurulması tesadüf eseri  değildir; adeta bu toprağın macerasının özetidir. Aynı topraktan beslenen iki farklı medeniyet, iki zıt hakikat… İlerleyen satırlarda anlatılan Hacı Bayram’ın Akşemseddin’i müritliğe kabul etmesinin hikayesi, Anadolu tasavvufu ve ahilik anlayışı hakkında fikir edinmemizi sağlar.

Tanpınar, Ankara’nın tarihi mimarisinde Selçuklu izine bile fazla rastlanılmayışını, yine şehrin tarihine bağlı gerekçelerle açıklar. Devamında Evliya Çelebi ile birlikte kısa bir şehir turuna çıkar. Bugüne geldiğinde Ankara’nın, İstiklal Mücadelesi yıllarından bütün mazisini yakarak çıktığı tespitinde bulunur. Şehrin ruhunu ve siluetini oluşturan artık sadece Mustafa Kemal’dir. Tanpınar; bölümün sonunda Mustafa Kemal ve yol arkadaşlarını, Malazgirt’te Alparslan’ın idealinin ve Anadolu’nun yetiştirdiği tüm değerlerin bugünkü bayraktarları olduğunu belirterek, Cumhuriyet’in kurucusu kahramanların haklarını teslim etmiştir.        

10 Ocak 2017 Salı

OKUMA LİSTESİ / TAVSİYE KİTAPLAR # 3: Beş Şehir, A.H.Tanpınar



Ahmet Hamdi Tanpınar, Osmanlı’nın kültürel zenginliği ile Cumhuriyet’in atılımcı ruhunu birlikte yaşayan bir yazarımız. Geçiş döneminin kültürel ve entellektüel çekişmelerini ve bu durumun yarattığı sancıları hissettiğini satırlarında görebiliriz. “Beş Şehir” isimli eserinde; geçmişe dair kaybolan değerlerin ardından duyulan üzüntü ile geleceğe dair yeniliklere duyulan isteği, bu beş şehrin tarihi konsepti üzerinden anlatır. Sırasıyla Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul; yazarın sanatsal birikimi ve bakış açısıyla hayalimizde canlanır. Beş şehrin zamanın ruhu içerisindeki haleti değişmekteyse de geçmiş ve bugün arasında sürekli bir bağ kurulur. Geçmişin ihtişamı, bugünü hemen yanı başından hazinle seyretmektedir.

Tanpınar, eserini şöyle değerlendirmektedir: “Sade millet ve cemiyetlerin değil, şahsiyetlerin de asıl mana ve hüviyetini, çekirdeğini tarihilik denen şeyin yaptığı düşünülürse, bu iç didişme hiç de yadırganmaz. Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz. Beş şehir işte bu hesaplaşma ihtiyacının doğurduğu bir konuşmadır.”*

“Beş Şehir”, her sayfasında tarihimize ve medeniyetimize farklı kapılar açan bir eser, bir bakıma zamanda yolculuk, bir bakıma da geçmişten günümüze bir seyahatin seyir defteri…

(*)Kaynaklar: A.H.Tanpınar, Beş Şehir (Dergah Yayınları, Önsöz)

8 Ocak 2017 Pazar

JUSTINIANUS



Justinianus, Doğu Roma imparatoru olarak hüküm sürdüğü dönemde, imparatorluğu antik dönemdeki ihtişamına döndürmeyi hayal etmekteydi. Bunun için siyasi alanda restorasyon, hukuk alanında ise kodifikasyonlar ile büyük bir atılım gerçekleştirmişti. Ünlü komutanı Belisarius’un askeri zaferleri ile imparatorluk toprakları genişletilmiş; şehrin sembollerinden biri haline gelecek olan ve “dünyanın en hızlı inşa edilen katedrali” sayılan, şaheser niteliğindeki Ayasofya Kilisesi ile Aya İrini Kilisesi ve Yerebatan Sarnıcı bu dönemde inşa edilmiş; bugün Batı Avrupa özel hukukunun temelini oluşturan Roma hukuku külliyatını, ünlü hukukçu ve “questor” ünvanını taşıyan Tribonianus önderliğindeki bir heyet ile toplatmış ve “Corpus Iuris Civilis” adı altında on iki ciltlik yurttaşlık yasaları ile yazıya geçirmiştir. Kendisine “Büyük”, “Son Roma imparatoru” ve “Hiçbir zaman uyumayan imparator” ünvanları verilmesini hak edecek kadar hırslı ve enerjik olmasına rağmen her sınıf ve ünvanda insanın yanına yaklaşabildiği ve dostane şekilde karşılandığı göz önüne alındığında, aynı zamanda mütevazi bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır.

Justinianus ve Theodora
Tarihte başarıları ile anılsa da Justinianus’un özel hayatı ve saray yaşantısı oldukça sansayonel ve şaşırtıcı idi. Bunu dönemin ünlü kronikçi-tarihçi yazarı Prokopius’un “Bizans’ın Gizli Tarihi” (Anekdota) isimli eserinden öğreniyoruz. Bu eserde Justinianus, para düşkünü, hain, sefil, yasaları çiğneyen ve keyfine göre uygulayan kanlı bir despot olarak tanımlanmıştır.* Hatta daha da ileri gidilerek hakkında gaddar, kendini beğenmiş ve beceriksiz bir yönetici olduğu belirtilmiştir. Sirk dansçısı ve fahişe olan Theodora ile evlenebilmek için, imparatorların soylu olmayan kadınlarla evlenmesini yasaklayan yasanın değiştirilmesi ve Theodora’nın imparatoriçe olduktan sonra yönetimde tek başına söz sahibi olmak istemesi ve bunun için çevirdiği entrikalar o dönemin koşullarında skandal niteliğindeydi. İmparatorluk bir yandan siyasi ve askeri başarılar gerçekleştiriyor, bir yandan başarılması güç olan bir yasalaştırma ve imar faaliyetine girişiliyor; ancak imparatorluğun hazinesi de aynı hızda tükeniyor, saraydaki bürokrasi ve yönetim çürüyor, yasalaştırmalara rağmen adaletin sağlanamaması nedeniyle halk asayiş ve huzur içinde yaşayamıyor ve git gide fakirleşiyordu.

İmparatorlukta adaletin tesisi için tarihin belki de en büyük kanunlaştırmasını gerçekleştiren Justinianus, 532 yılında hipodromda gerçekleşen at yarışları nedeniyle, toplumda sosyo-ekonomik tabanı olan “Maviler” ve “Yeşiller” olarak adlandırılan partilerin kendisine karşı isyana kalkışmaları üzerine, büyük bir felaket ve adaletsizliğe imza atmıştır. Tarihte “Nika İsyanı” olarak bilinen bu kalkışma sırasında imparatoru, eşi Theodora başkentte kalıp isyanı bastırmaya teşvik etmiş; imparator da komutanları Belisarius ve Narses sayesinde isyanı bastırmayı başarabilmiştir. Ancak başkentin, tarihinde gördüğü bu en şiddetli ayaklanmanın bastırılması neticesinde oldukça ağır sonuçlar doğmuştur. Şehrin yarısının isyanda yandığı veya zarar gördüğü, on binlerce insanın da hayatını kaybettiği belirtilmektedir. Asıl trajik olan ise imparatorun, ayaklanan 30.000 kişiyi hipodromda toplayıp katlettirmesidir. Prokopius, “Gizli Tarih”i, gelecekteki hükümdarların, yolsuzlukların cezasının bir gün görüleceğini bilmelerini ve böylelikle kötülükten kaçınmalarını sağlamak için yazdığını belirtmiştir.

Justinianus döneminde Aya Sofya Kilisesi
Prokopius’un eserindeki anlatılanlarda bugün için gerçeklik payı veya abartı olup olmadığı tartışma konusudur. Ancak, Prokopius’un eserinde bu kadar eleştirdiği ve şeytana benzettiği imparatorun kendisine verdiği "illustres" (seçkin, aydın) ve "praefector" (kent yöneticisi) unvan ve görevlerini kabul etmesi ve bunların gereğini yerine getirmesi ise Prokopius’un tarihçiliğindeki samimiyet bakımından kafa karıştırmaya devam etmektedir.

(*) Kaynaklar: Prokopius, Bizansın Gizli Tarihi (Türkiye İş Bankası Yayınları, Syf. 9)

7 Ocak 2017 Cumartesi

OKUMA LİSTESİ / TAVSİYE KİTAPLAR # 2: İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı - İlber Ortaylı


     19. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu için her açıdan sancılı geçen bir dönemdir. Toprak kayıpları, Avrupa'nın güçlü devletleri karşısında hayatta kalma mücadelesi, bir yandan da Avrupa'nın bilim ve teknolojisine yetişme çabalarının sonuçsuz kalmasıyla birlikte yeni oluşan siyasi ve toplumsal düşünceler karşısında da hazırlıksız yakalanış. Bir bakıma Osmanlı'nın modernleşme atılımı ile ömrünü uzatma mücadelesinin tarihi. Tanzimattan bu yana süre gelen Osmanlı aydını-Cumhuriyet aydını, otokratik modernleşme-tabandan tavana modernleşme yöntemleri çekişmesinin kökenlerini bu eserde bulabiliyoruz. İlber Hoca, sahiplenilme konusunda öksüz kalan bu dönem aydınlarını ve bürokratlarını vatansever, eğitimli ve donanımlı kadrolar olarak tanımlıyor. Ancak sanayileşmemiş, ekonomisi borç batağına saplanmış, milliyetçilik ve yeni  fikirler karşısında tebaası üzerinde hakimiyet kurmakta zorlanan köhne bir yapıyı; dönemin güçlü devletlerinin saldırıları altında ayakta tutabilmek için, belki de tüm modernleşme çabalarına rağmen artık çok geç idi. Bu kadroların çabaları, belki Osmanlı İmparatorluğu'nu kurtarmaya yetmemiş ise de Cumhuriyet'i kuracak kadroların yetişmesine vesile olmuş; yeni ve kökten bir modernleşme modelini uygulamaya geçirmek konusunda onları cesaretlendirmiştir.   

6 Ocak 2017 Cuma

OKUMA LİSTESİ / TAVSİYE KİTAPLAR # 1: Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler - Ahmet Yaşar Ocak


          Tarih okumalarına, Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak'ın "Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler" isimli eseriyle başlıyoruz. Resmi tarih ideolojisi, saltanat eksenli ve hamasi içerikte olduğu için ders kitapları ve tarih romanlarında, dönemin sıradan insanının yaşantısını bulamıyoruz. Ahmet Yaşar Ocak, bu eserinde tarihimizde pek dokunulmayan bir konuya ışık tutuyor: Yani yazarın tabiriyle "Dairenin dışına çıkanlara", bir diğer deyişle Zendeka (heretiklik) ve İlhad (ateistlik) suçunu işleyenlere. Avrupa Ortaçağ tarihinde cadı avı, Engizisyon Mahkemesi işkence ve yargılamaları, Papa ve kilisenin kışkırttığı mezhep savaşları hakkında çoğumuzun bilgisi vardır. Avrupa karanlık çağları yaşarken Osmanlı'nın dini hoşgörü ve adalet ile hükmettiği hepimize anlatılagelmiştir. Peki gerçekten de Osmanlı Devleti anlatıldığı gibi dini farklı yorumlayan veya yaşayan kişilere hoşgörü göstermiş midir; yoksa kendisine tehdit oluşturduğu algısıyla bu kişileri katletmiş midir? Yazar, akademik kimliğinin verdiği bakış açısı ve bilim adamı kimliğinin sorumluluğuyla bu konuyu kaynaklarından incelemiş ve tarafsız şekilde kaleme almıştır. Ne kuru hamaset yapmıştır ne de boş muhalefet etmiştir. Olaylara ve kişilere ideolojik değil akademik bir yaklaşım sergilemiştir. Kitap; Şeyh Bedrettin, Kalenderiler, 15. ve 16. yüzyıl Osmanlısının dini ve sosyokültürel yapısı hakkında eşsiz bilgiler ihtiva ettiği gibi kurbanların yargılama süreci hakkındaki mahkeme kayıtları da oldukça ilgi çekici. Tarih meraklılarının kütüphanesinde yer alması ve ara sıra da sayfaları karıştırılması gereken bir eser. Timaş Yayınları'ndan çıkan eserin tek handikapı, biraz pahalı olması. Eserin sayfa sayısı, ciltli oluşu, muhtevası ve eser için verilen emeğe söylenecek söz yok; ancak fiyat itibariyle daha çok arşiv yapmaya meraklı tarih severler için makul düzeyde. Bu nedenle; eğer sizin de böyle kitapları hediye edecek kadar kibar ve anlayışlı bir nişanlınız / hayat arkadaşınız yoksa kesenin ağzını biraz açmanız gerekiyor.     

5 Ocak 2017 Perşembe

MARCUS AURELIUS ANTONINUS AUGUSTUS


Marcus Aurelius Antonius Augustus, M.S. 161 yılında Roma imparatoru olduğunda, aynı zamanda dünyanın en kudretli insanı idi. Her ne kadar Roma tarihinde görülmemiş biçimde imparatorluk, aynı anda iki imparator tarafından birlikte yönetilmekte ise de Marcus Aurelius, diğer imparator Lucius Verus ile uyumlu şekilde imparartorluğu zorlu düşmanların arasında iken ayakta tutmayı başardı.

Böylesine büyük bir gücü elinde tutan bir insanın, bu gücü bir başkasıyla paylaşmayı rızasıyla kabul edebilmesi için belki de ancak Stoacı bir filozof olması gerekliydi ve Marcus Aurelius da Stoacıların bilinen son filozofu kabul edilmektedir. Bilge imparartor, felsefesini ve yaşama dair öğütlerini “Meditations” (Kendime Düşünceler) adlı başyapıtında dile getirmiştir. Bu eseri barbarlara karşı savaşan Roma ordularını yönettiği savaş çadırında, kendi iç dünyasına seyahatleri esnasında yazmıştır. Zaten eser, bir imparator veya komutandan ziyade ruh dinginliğine ulaşmş, varlığını ve dünyadaki yerini tanımlamada zaman ve mekan kısıtlamasının dışına çıkmayı başarabilmiş bir ermiş Stoacı filozofun zihninin ürünüdür.

Marcus Aurelius, bilgeliğini ve naif kişiliğini devlet yönetiminde de göstermiştir. Fakirlerin ve toplumun alt sınıflarının lehine yasalar çıkarmıştır. Kan ve şiddetten hoşlanmadığı için gladyatör oyunlarında gerçek kılıç yerine ucu kör kılıçlar kullanılmasını emretttiği rivayet edilir.

Roma imparatorluğu ünvanını bir başkasıyla paylaşabilecek kadar kişisel hırslarından uzak; yaşamın gelip geçici olduğunu ve insanın yaşanılan an dışında sahip olduğu ve kaybedebileceği bir şey olmadığını ifade edebilecek kadar da bilge olan bir imparatorun, kendi döneminde dini azınlık olan Hristiyanlara zulüm ve işkence edilmesine kayıtsız kalması ve hatta onay vermesi ise hayal kırıklığı oluşturacak şekilde şaşırtıcıdır.


İmparator “Meditations” (Kendime Düşünceler) isimli eserinde şöyle demektedir: “Ne denli yücedir o ruh ki ister yok olmak, dağılmak, isterse ölümünden sonra yaşayakalmak için olsun, gerektiğinde her an bedeninde çözülmeye hazırdır! Ama bu hazır bulunuş, Hristiyanlarda olduğu gibi katıksız bir dik kafalılıktan değil, kendine özgü bir yargılamadan ileri gelmelidir. Davranışın iyice düşünülmüş, ağırbaşlı ve eğer sana inanılmasını diliyorsan ağlatısal gösterişten yoksun olsun.”* Bu paragraftan, Marcus Aurelius’un Hristiyanlara yönelik açık bir küçümseme ve önyargı beslediği sezinlenmektedir.


Marcus Aurelius’un imparatorluğu döneminde, M.S. 177 yılında Lyon kentinde 48 Hristiyan darp edilerek, kırbaçlanarak, kazığa geçirilerek, vahşi hayvanlara yem edilerek ve daha birçok işkence yöntemi uygulanarak idam edilmiştir. İnfazlar, yerel halkın gözleri önünde ve kurbanların öldürülmeden önce aşağılanmaları neticesinde gerçekleştirilmişti. Kurbanlar arasında 15 yaşında bir çocuk ve ağa takılı vaziyette kızgın bir boğanın önüne atılan Blandina adında bir köle kadın da bulunuyordu. Vahşice katledilen kurbanlara daha sonradan Roma Katolik kilisesi tarafından şehitlik payesi ve azizlik ünvanları verilmiştir. Tarihçiler, bu olayla ilgili olarak Lyon valisini suçlayarak sorumlu tutmakta ve Marcus Aurelius’un infazlardaki payı hakkında kesin bir kanıda bulunamamaktalar. İmparator döneminde Hristiyanlara yönelik tavrın geçmiş imparatorlarla aynı olduğunu, eskiden olduğu gibi Hristiyanların cezalandırıldığını ancak Hristiyanlara yönelik eziyetlerin azaldığını öne sürmektedirler.
 
Lyon Katliamı ve Azize Blandina
Marcus Aurelius gibi mütevazi, adil ve bilge bir imparatorun böylesine korkunç ve toplu infazların gerçekleşmesine göz yummasının gerekçesi ne olabilir? İmparator, belki de yeni dinin, Roma’nın çok tanrılı pagan inançların egemen olduğu toplum düzenini tehdit ettiğini düşünmüş ve tebaasının huzur ve mutluluğu için bu dinin, tebaası arasında taraftar bulmasının önünü kesmek için, mensuplarına yapılan zulümlere kayıtsız kalmış ve bu tür uygulamaları uygun veya gerekli bulmuş olabilir. Ancak sebep ne olursa olsun; toplumun dini azınlık olan bir kesimine reva görülen bu muamele, adalete sığmaz ve hiçbir gerekçe ile meşru görülemez. Fikirler ve inançlar, baskı ve zulüm ile yok edilemez; aksine böylesi bir tepki karşı bir direnci doğurur. Bu direncin yarattığı ortamda fikirler zemin bulur ve köklenir, inançlar da parlar ve kalplere yerleşir. Zira Lyon’da Hristiyanların katledilmesinden sonra Roma’da yeni din yayılmaya devam etmiş ve yüz yıl sonra dünyaya gelen Roma imparatoru Konstantin - rivayete göre ölüm döşeğinde iken vaftiz edilerek de olsa- Hristiyanlığı kabul eden ilk imparator olmuştur. İmparator Konstantin döneminde, Marcus Aurelius’un aksine hem Hristiyan hem de pagan inançlara hoşgörü gösterilebilmiştir. Yaklaşık bir yüzyıl sonra imparator Theodosius döneminde ise Hristiyanlık, imparatorluğun resmi dini haline gelmiş; geçmişteki benzer hoşgörüsüzlük ve zulümlere bu defa pagan dinlere inananlar maruz bırakılmıştır. Pagan imparatorların Hristiyanlara zulümleri döneminden Hristiyan imparatorların paganlara zulümleri dönemine geçilmesi; Hristiyanlığın zamanla taraftar sayısını ve etkinliğini artırmasıyla açıklanabilir. Böylelikle; yönetenlerin güçlerini artırdıklarında, karşısında gördükleri yönetilen kesime hoşgörü ve tahammüllerinin bilinçli olarak ters orantılı şekilde azaldığı; yönetilenlerin ise güçlerini artırdıklarında, karşılarında gördükleri yöneticilerin kendilerine yönelik hoşgörü ve tahammüllerinin yöneticiler tarafından istenmeyerek de olsa doğru orantılı olarak arttığı anlaşılmaktadır.

Bu durum da yönetilen kesimlere yönelik hoşgörünün ve tahammülsüzlüğün yöneticiler tarafından ne kadar keyfi ve ikiyüzlüce uygulanabileceğini göstermektedir.

(*) Kaynaklar: 1- Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler ( Oda Yayınları)

2- Mark Forstater, Marcus Aurelius’un Ruhsal Öğretileri ( Dharma Yayınları)