Marcus
Aurelius Antonius Augustus, M.S. 161 yılında Roma imparatoru olduğunda, aynı
zamanda dünyanın en kudretli insanı idi. Her ne kadar Roma tarihinde görülmemiş
biçimde imparatorluk, aynı anda iki imparator tarafından birlikte yönetilmekte
ise de Marcus Aurelius, diğer imparator Lucius Verus ile uyumlu şekilde
imparartorluğu zorlu düşmanların arasında iken ayakta tutmayı başardı.
Böylesine
büyük bir gücü elinde tutan bir insanın, bu gücü bir başkasıyla paylaşmayı
rızasıyla kabul edebilmesi için belki de ancak Stoacı bir filozof olması
gerekliydi ve Marcus Aurelius da Stoacıların bilinen son filozofu kabul
edilmektedir. Bilge imparartor, felsefesini ve yaşama dair öğütlerini
“Meditations” (Kendime Düşünceler) adlı başyapıtında dile getirmiştir. Bu eseri
barbarlara karşı savaşan Roma ordularını yönettiği savaş çadırında, kendi iç
dünyasına seyahatleri esnasında yazmıştır. Zaten eser, bir imparator veya
komutandan ziyade ruh dinginliğine ulaşmş, varlığını ve dünyadaki yerini
tanımlamada zaman ve mekan kısıtlamasının dışına çıkmayı başarabilmiş bir ermiş
Stoacı filozofun zihninin ürünüdür.
Marcus
Aurelius, bilgeliğini ve naif kişiliğini devlet yönetiminde de göstermiştir.
Fakirlerin ve toplumun alt sınıflarının lehine yasalar çıkarmıştır. Kan ve
şiddetten hoşlanmadığı için gladyatör oyunlarında gerçek kılıç yerine ucu kör
kılıçlar kullanılmasını emretttiği rivayet edilir.
Roma
imparatorluğu ünvanını bir başkasıyla paylaşabilecek kadar kişisel hırslarından
uzak; yaşamın gelip geçici olduğunu ve insanın yaşanılan an dışında sahip
olduğu ve kaybedebileceği bir şey olmadığını ifade edebilecek kadar da bilge
olan bir imparatorun, kendi döneminde dini azınlık olan Hristiyanlara zulüm ve
işkence edilmesine kayıtsız kalması ve hatta onay vermesi ise hayal kırıklığı
oluşturacak şekilde şaşırtıcıdır.
İmparator
“Meditations” (Kendime Düşünceler) isimli eserinde şöyle demektedir: “Ne denli yücedir o ruh ki ister yok olmak,
dağılmak, isterse ölümünden sonra yaşayakalmak için olsun, gerektiğinde her an
bedeninde çözülmeye hazırdır! Ama bu hazır bulunuş, Hristiyanlarda olduğu gibi
katıksız bir dik kafalılıktan değil, kendine özgü bir yargılamadan ileri
gelmelidir. Davranışın iyice düşünülmüş, ağırbaşlı ve eğer sana inanılmasını
diliyorsan ağlatısal gösterişten yoksun olsun.”* Bu paragraftan, Marcus Aurelius’un Hristiyanlara yönelik açık bir
küçümseme ve önyargı beslediği sezinlenmektedir.
Marcus
Aurelius’un imparatorluğu döneminde, M.S. 177 yılında Lyon kentinde 48
Hristiyan darp edilerek, kırbaçlanarak, kazığa geçirilerek, vahşi hayvanlara
yem edilerek ve daha birçok işkence yöntemi uygulanarak idam edilmiştir. İnfazlar,
yerel halkın gözleri önünde ve kurbanların öldürülmeden önce aşağılanmaları
neticesinde gerçekleştirilmişti. Kurbanlar arasında 15 yaşında bir çocuk ve
ağa takılı vaziyette kızgın bir boğanın önüne atılan Blandina adında bir köle
kadın da bulunuyordu. Vahşice katledilen kurbanlara daha sonradan Roma Katolik
kilisesi tarafından şehitlik payesi ve azizlik ünvanları verilmiştir.
Tarihçiler, bu olayla ilgili olarak Lyon valisini suçlayarak sorumlu tutmakta
ve Marcus Aurelius’un infazlardaki payı hakkında kesin bir kanıda
bulunamamaktalar. İmparator döneminde Hristiyanlara yönelik tavrın geçmiş
imparatorlarla aynı olduğunu, eskiden olduğu gibi Hristiyanların
cezalandırıldığını ancak Hristiyanlara yönelik eziyetlerin azaldığını öne
sürmektedirler.
 |
| Lyon Katliamı ve Azize Blandina |
Marcus
Aurelius gibi mütevazi, adil ve bilge bir imparatorun böylesine korkunç ve
toplu infazların gerçekleşmesine göz yummasının gerekçesi ne olabilir?
İmparator, belki de yeni dinin, Roma’nın çok tanrılı pagan inançların egemen
olduğu toplum düzenini tehdit ettiğini düşünmüş ve tebaasının huzur ve
mutluluğu için bu dinin, tebaası arasında taraftar bulmasının önünü kesmek
için, mensuplarına yapılan zulümlere kayıtsız kalmış ve bu tür uygulamaları
uygun veya gerekli bulmuş olabilir. Ancak sebep ne olursa olsun; toplumun dini
azınlık olan bir kesimine reva görülen bu muamele, adalete sığmaz ve hiçbir
gerekçe ile meşru görülemez. Fikirler ve inançlar, baskı ve zulüm ile yok
edilemez; aksine böylesi bir tepki karşı bir direnci doğurur. Bu direncin
yarattığı ortamda fikirler zemin bulur ve köklenir, inançlar da parlar ve
kalplere yerleşir. Zira Lyon’da Hristiyanların katledilmesinden sonra Roma’da
yeni din yayılmaya devam etmiş ve yüz yıl sonra dünyaya gelen Roma imparatoru
Konstantin - rivayete göre ölüm döşeğinde iken vaftiz edilerek de olsa- Hristiyanlığı
kabul eden ilk imparator olmuştur. İmparator Konstantin döneminde, Marcus
Aurelius’un aksine hem Hristiyan hem de pagan inançlara hoşgörü
gösterilebilmiştir. Yaklaşık bir yüzyıl sonra imparator Theodosius döneminde
ise Hristiyanlık, imparatorluğun resmi dini haline gelmiş; geçmişteki benzer
hoşgörüsüzlük ve zulümlere bu defa pagan dinlere inananlar maruz bırakılmıştır.
Pagan imparatorların Hristiyanlara zulümleri döneminden Hristiyan
imparatorların paganlara zulümleri dönemine geçilmesi; Hristiyanlığın zamanla
taraftar sayısını ve etkinliğini artırmasıyla açıklanabilir. Böylelikle;
yönetenlerin güçlerini artırdıklarında, karşısında gördükleri yönetilen kesime
hoşgörü ve tahammüllerinin bilinçli olarak ters orantılı şekilde azaldığı;
yönetilenlerin ise güçlerini artırdıklarında, karşılarında gördükleri
yöneticilerin kendilerine yönelik hoşgörü ve tahammüllerinin yöneticiler
tarafından istenmeyerek de olsa doğru orantılı olarak arttığı anlaşılmaktadır.
Bu
durum da yönetilen kesimlere yönelik hoşgörünün ve tahammülsüzlüğün yöneticiler
tarafından ne kadar keyfi ve ikiyüzlüce uygulanabileceğini göstermektedir.
(*) Kaynaklar: 1-
Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler ( Oda Yayınları)
2-
Mark Forstater, Marcus Aurelius’un Ruhsal Öğretileri ( Dharma Yayınları)