5 Ocak 2017 Perşembe

MARCUS AURELIUS ANTONINUS AUGUSTUS


Marcus Aurelius Antonius Augustus, M.S. 161 yılında Roma imparatoru olduğunda, aynı zamanda dünyanın en kudretli insanı idi. Her ne kadar Roma tarihinde görülmemiş biçimde imparatorluk, aynı anda iki imparator tarafından birlikte yönetilmekte ise de Marcus Aurelius, diğer imparator Lucius Verus ile uyumlu şekilde imparartorluğu zorlu düşmanların arasında iken ayakta tutmayı başardı.

Böylesine büyük bir gücü elinde tutan bir insanın, bu gücü bir başkasıyla paylaşmayı rızasıyla kabul edebilmesi için belki de ancak Stoacı bir filozof olması gerekliydi ve Marcus Aurelius da Stoacıların bilinen son filozofu kabul edilmektedir. Bilge imparartor, felsefesini ve yaşama dair öğütlerini “Meditations” (Kendime Düşünceler) adlı başyapıtında dile getirmiştir. Bu eseri barbarlara karşı savaşan Roma ordularını yönettiği savaş çadırında, kendi iç dünyasına seyahatleri esnasında yazmıştır. Zaten eser, bir imparator veya komutandan ziyade ruh dinginliğine ulaşmş, varlığını ve dünyadaki yerini tanımlamada zaman ve mekan kısıtlamasının dışına çıkmayı başarabilmiş bir ermiş Stoacı filozofun zihninin ürünüdür.

Marcus Aurelius, bilgeliğini ve naif kişiliğini devlet yönetiminde de göstermiştir. Fakirlerin ve toplumun alt sınıflarının lehine yasalar çıkarmıştır. Kan ve şiddetten hoşlanmadığı için gladyatör oyunlarında gerçek kılıç yerine ucu kör kılıçlar kullanılmasını emretttiği rivayet edilir.

Roma imparatorluğu ünvanını bir başkasıyla paylaşabilecek kadar kişisel hırslarından uzak; yaşamın gelip geçici olduğunu ve insanın yaşanılan an dışında sahip olduğu ve kaybedebileceği bir şey olmadığını ifade edebilecek kadar da bilge olan bir imparatorun, kendi döneminde dini azınlık olan Hristiyanlara zulüm ve işkence edilmesine kayıtsız kalması ve hatta onay vermesi ise hayal kırıklığı oluşturacak şekilde şaşırtıcıdır.


İmparator “Meditations” (Kendime Düşünceler) isimli eserinde şöyle demektedir: “Ne denli yücedir o ruh ki ister yok olmak, dağılmak, isterse ölümünden sonra yaşayakalmak için olsun, gerektiğinde her an bedeninde çözülmeye hazırdır! Ama bu hazır bulunuş, Hristiyanlarda olduğu gibi katıksız bir dik kafalılıktan değil, kendine özgü bir yargılamadan ileri gelmelidir. Davranışın iyice düşünülmüş, ağırbaşlı ve eğer sana inanılmasını diliyorsan ağlatısal gösterişten yoksun olsun.”* Bu paragraftan, Marcus Aurelius’un Hristiyanlara yönelik açık bir küçümseme ve önyargı beslediği sezinlenmektedir.


Marcus Aurelius’un imparatorluğu döneminde, M.S. 177 yılında Lyon kentinde 48 Hristiyan darp edilerek, kırbaçlanarak, kazığa geçirilerek, vahşi hayvanlara yem edilerek ve daha birçok işkence yöntemi uygulanarak idam edilmiştir. İnfazlar, yerel halkın gözleri önünde ve kurbanların öldürülmeden önce aşağılanmaları neticesinde gerçekleştirilmişti. Kurbanlar arasında 15 yaşında bir çocuk ve ağa takılı vaziyette kızgın bir boğanın önüne atılan Blandina adında bir köle kadın da bulunuyordu. Vahşice katledilen kurbanlara daha sonradan Roma Katolik kilisesi tarafından şehitlik payesi ve azizlik ünvanları verilmiştir. Tarihçiler, bu olayla ilgili olarak Lyon valisini suçlayarak sorumlu tutmakta ve Marcus Aurelius’un infazlardaki payı hakkında kesin bir kanıda bulunamamaktalar. İmparator döneminde Hristiyanlara yönelik tavrın geçmiş imparatorlarla aynı olduğunu, eskiden olduğu gibi Hristiyanların cezalandırıldığını ancak Hristiyanlara yönelik eziyetlerin azaldığını öne sürmektedirler.
 
Lyon Katliamı ve Azize Blandina
Marcus Aurelius gibi mütevazi, adil ve bilge bir imparatorun böylesine korkunç ve toplu infazların gerçekleşmesine göz yummasının gerekçesi ne olabilir? İmparator, belki de yeni dinin, Roma’nın çok tanrılı pagan inançların egemen olduğu toplum düzenini tehdit ettiğini düşünmüş ve tebaasının huzur ve mutluluğu için bu dinin, tebaası arasında taraftar bulmasının önünü kesmek için, mensuplarına yapılan zulümlere kayıtsız kalmış ve bu tür uygulamaları uygun veya gerekli bulmuş olabilir. Ancak sebep ne olursa olsun; toplumun dini azınlık olan bir kesimine reva görülen bu muamele, adalete sığmaz ve hiçbir gerekçe ile meşru görülemez. Fikirler ve inançlar, baskı ve zulüm ile yok edilemez; aksine böylesi bir tepki karşı bir direnci doğurur. Bu direncin yarattığı ortamda fikirler zemin bulur ve köklenir, inançlar da parlar ve kalplere yerleşir. Zira Lyon’da Hristiyanların katledilmesinden sonra Roma’da yeni din yayılmaya devam etmiş ve yüz yıl sonra dünyaya gelen Roma imparatoru Konstantin - rivayete göre ölüm döşeğinde iken vaftiz edilerek de olsa- Hristiyanlığı kabul eden ilk imparator olmuştur. İmparator Konstantin döneminde, Marcus Aurelius’un aksine hem Hristiyan hem de pagan inançlara hoşgörü gösterilebilmiştir. Yaklaşık bir yüzyıl sonra imparator Theodosius döneminde ise Hristiyanlık, imparatorluğun resmi dini haline gelmiş; geçmişteki benzer hoşgörüsüzlük ve zulümlere bu defa pagan dinlere inananlar maruz bırakılmıştır. Pagan imparatorların Hristiyanlara zulümleri döneminden Hristiyan imparatorların paganlara zulümleri dönemine geçilmesi; Hristiyanlığın zamanla taraftar sayısını ve etkinliğini artırmasıyla açıklanabilir. Böylelikle; yönetenlerin güçlerini artırdıklarında, karşısında gördükleri yönetilen kesime hoşgörü ve tahammüllerinin bilinçli olarak ters orantılı şekilde azaldığı; yönetilenlerin ise güçlerini artırdıklarında, karşılarında gördükleri yöneticilerin kendilerine yönelik hoşgörü ve tahammüllerinin yöneticiler tarafından istenmeyerek de olsa doğru orantılı olarak arttığı anlaşılmaktadır.

Bu durum da yönetilen kesimlere yönelik hoşgörünün ve tahammülsüzlüğün yöneticiler tarafından ne kadar keyfi ve ikiyüzlüce uygulanabileceğini göstermektedir.

(*) Kaynaklar: 1- Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler ( Oda Yayınları)

2- Mark Forstater, Marcus Aurelius’un Ruhsal Öğretileri ( Dharma Yayınları)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder