Tanpınar’a göre Ankara, Orta Anadolu’nun bir
iç kalesidir. Etiler, Frigyalılar, Lidyalılar, Roma ve Bizans ile Selçuklu ve
Osmanlı dönemlerinden beri böyledir ve halen muharip bir ruh taşır. Mustafa Kemal'in Kocatepedeki
meşhur fotoğrafının tahayyülü ile Ankara Kalesinin görüntüsü yazarın zihninde
birleşir. Kaleiçi, Cebeci ve eski Ankara mahallelerinin fakirliğinden dem vurur
ve bu fakirliği sıtmaya benzetir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, bu eski yapının
yanı sıra hızla şantiyeleşen bir Ankara görünümüne rastlıyoruz. Üslup olarak
karmakarışık bir imarlaşma içerisinde hayat bulmaya çalışan Türk mimarisi…
Türk velilerinin mezarları ile Roma-Bizans döneminin
sütun ve taşları yan yana durmaktadır. Geçmiş ile bugünün mimarisi, şaşırtıcı
şekilde birliktedir. İmparator Augustus mabedinin kalıntıları etrafına Hacı
Bayram-ı Veli Cami’nin kurulması tesadüf eseri
değildir; adeta bu toprağın macerasının özetidir. Aynı topraktan
beslenen iki farklı medeniyet, iki zıt hakikat… İlerleyen satırlarda anlatılan
Hacı Bayram’ın Akşemseddin’i müritliğe kabul etmesinin hikayesi, Anadolu
tasavvufu ve ahilik anlayışı hakkında fikir edinmemizi sağlar.
Tanpınar, Ankara’nın tarihi mimarisinde
Selçuklu izine bile fazla rastlanılmayışını, yine şehrin tarihine bağlı
gerekçelerle açıklar. Devamında Evliya Çelebi ile birlikte kısa bir şehir
turuna çıkar. Bugüne geldiğinde Ankara’nın, İstiklal Mücadelesi yıllarından
bütün mazisini yakarak çıktığı tespitinde bulunur. Şehrin ruhunu ve siluetini
oluşturan artık sadece Mustafa Kemal’dir. Tanpınar; bölümün sonunda Mustafa
Kemal ve yol arkadaşlarını, Malazgirt’te Alparslan’ın idealinin ve Anadolu’nun
yetiştirdiği tüm değerlerin bugünkü bayraktarları olduğunu belirterek, Cumhuriyet’in
kurucusu kahramanların haklarını teslim etmiştir.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder